Slavoj Zizek
Immanuel Kant 1790'ların ortasında yazılmış olan Fakültelerin Çatışması'nda [Der Streit der Fakultäten], basit ama zor bir soruyu ele alır: tarihte doğru bir ilerleme var mıdır? (Sadece maddi gelişmeyi değil, özgürlük açısından etik ilerlemeyi kastediyordu.) Kant sonuçta o günkü tarihin karışık olduğuna ve açık bir kanıt sunmadığına karar vermişti: bir de beklenmedik bir demokrasi ve refahın yanısıra holokost ve gulag da getiren XX. yüzyılı düşünün.. Fakat Kant yine de, ilerleme kanıtlanamasa bile, ilerlemenin olası olduğunu belirten göstergeleri ayırt edebileceğimiz sonucuna vardı. Fransız Devrimi'ni özgürlük olasılığını gösteren bu tür bir gösterge olarak yorumladı: daha önceden düşünülemeyen şey olmuştu, bütün bir halk korkusuzca özgürlük ve eşitliklerini savunuyordu. Kant'a göre, Paris sokaklarında yaşanan – genellikle kanlı – gerçeklikten daha da önemli olan şey, Fransa'daki olayların Avrupa'nın dört bir yanındaki (hatta Haiti'deki!) duygudaş gözlemcilerin gözünde yarattığı coşkuydu:
“Zengin bir ruha sahip olan bir halkın yaptığı bu Devrim başarılı da olabilir, başarısız da, hatta acı ve katliamı artırabilir, ama yine de onu izleyen (onun içine katılmamış olan) herkesin gönlünde, coşkuya yakın olan ve ifade edilmesi bile tehlike getireceği için, sadece insan ırkında var olan ahlaki bir tavrın yol açmış olabileceği arzular adına bir taraf tutmaya yol açmaktadır.”
Bu sözler yaşanmakta olan Mısır ayaklanmasına mükemmel bir şekilde oturmuyor mu? Fransız Devrimi Kant'a göre signum rememorativum, demonstrativum, prognosticum üçlemesi çerçevesinde tarihin bir göstergesiydi. Mısır ayaklanması da otorite ve baskının uzun geçmişinin ve onu ortadan kaldırma mücadelesine ait anıların yankılandığı bir göstergedir; artık bir değişim olasılığını kanıtlayan bir olaydır; gelecekteki başarılar için bir umuttur. Kuşkularımız, korku ve uzlaşmalarımız ne olursa olsun, o coşku anında, hepimiz özgürdük ve insanlığın evrensel özgürlüğüne katılıyorduk. Hatta kaygı içindeki birçok ilericinin kapalı kapılar arkasında sergilediği bütün kuşkular da yanlış çıkmıştı.
Birincisi, ister istemez Mısır'daki olayların “mucizevi” doğasını not etmek gerekir: çok az kimsenin beklediği bir şey, uzmanların görüşlerini çiğneyerek oldu, sanki ayaklanma basitçe sosyal sebeplerin değil de, yabancı bir etkenin, Platoncu bir şekilde, ebedi özgürlük, adalet ve saygınlık İdeası diyebileceğimiz bir şeyin tarihe müdahalesinin bir sonucuymuş gibi oldu.
İkincisi, ayaklanma evrenseldi: dünyanın dört bir yanındaki hepimiz için, Mısır toplumunun kendine özgü özelliklerinin kültürel bir analizini yapmaya gerek duymadan ayaklanmayla özdeşleşmek, onun ne olduğunu tanımak mümkün oldu. İran'daki Humeyni devriminin tersine (orada Solcu çerçevenin hakim olan İslamcı çerçeveye kendi mesajını gizlice sokması gerekmişti), burada, çerçeve açık bir şekilde evrensel seküler bir özgürlük ve adalet çağrısı oldu, o yüzden Müslüman Kardeşler bu seküler talepler dilini benimsemek zorunda kaldı. En yüce moment Tahriri Meydanı'nda Müslümanlarla Kıptiler birlikte ibadet ettiği, “Biz Biriz!” diye ilahi söylediği ve böylece sekter din şiddetine en iyi yanıtı verdiği zaman yaşandı. Bu kez çokkültürlülüğü evrensel özgürlük ve demokrasi değerleri açısından eleştiren o neoconlar kendi doğruluk vakitleriyle karşı karşıya kaldılar: evrensel özgürlük ve demokrasi mi istiyorsunuz? Mısır'daki halkın talep ettiği bu, o zaman neden bu kadar rahatsızsınız? Mısır'daki protestocular özgürlük ve saygınlıkla birlikte sosyal ve ekonomik adaletten de bahsediyor, sadece piyasa özgürlüğü istemiyor diye mi?
Üçüncüsü, protestocuların şiddeti tümüyle simgeseldi, radikal ve kolektif bir sivil itaatsizlik eylemiydi: devlet otoritesini askıya aldılar – bu sadece bir iç özgürleşme değil, servitude volontaire [gönüllü kölelik] zincirlerini kırmaya yönelik bir sosyal eylem oldu. Fiziksel şiddeti Tahriri Meydanı'na atlarla ve develerle girip protestocuları döven o kiralık Mübarek eşkiyaları göstermişti; protestocuların çoğu sadece kendini savundu.
Dördüncüsü, mücadeleci oldukları halde, protestocuların mesajı öldürmek değildi. Mübarek'ten talep edilen şey gitmesi, mevkisini ve ülkesini bırakması ve böylece Mısır'da özgürlüğe, kimsenin dışında bırakılmayacağı bir özgürlüğe yer açmasıydı – protestocuların orduya ve hatta nefret edilen polise söyledikleri şey “Geberin!” değil, “Bizler kardeşiz! Katılın bize!” oldu. Bu son özellik özgürlükçü gösteriyi Sağcı popülist bir gösteriden açık seçik bir şekilde ayırmaktadır: Sağcı seferberlik Halkın organik birliğini ilan etse de, bu birliği belli bir düşmanı (Yahudileri, hainleri..) yok etme çağrısıyla destekler.
Peki şimdi neredeyiz? Otoriter bir yönetim son krizine doğru ilerlerken, kural olarak iki adımda çözülür. Asıl çöküşünden önce, gizemli bir kopuş gerçekleşir: birdenbire halk oyunun bittiğini anlar, artık korku duymamaya başlar. Sadece yönetim yasallığını kaybetmekle kalmaz, onun iktidar kullanımı da iktidarsız bir panik tepkisi olarak algılanır. Çizgifilmlerdeki klasik sahneyi hepimiz biliyoruz: kedi bir uçuruma varır, ama yürümeye devam eder, artık ayaklarının altında toprak olmaması olgusuna aldırmaz; ancak aşağıya bakıp da uçurumu gördüğü zaman düşmeye başlar. Otoriteyi kaybettiği zaman, yönetim uçurumun tepesindeki bir kedi gibidir: düşmesi için, ona aşağıya bakmasını hatırlatmak yeter...
Humeyni devriminin klasikleşmiş bir değerlendirmesi olan Şahların Şahı adlı kitabında Ryszard Kapuscinski, bu hassas kopuş vaktini saptıyordu: Tahran'da bir kavşakta, bir gösterici tekbaşına durmaktadır, polisin teki ona oradan gitmesini söyleyince bunu reddeder ve utanca kapılan polis oradan uzaklaşır; birkaç saat içinde bütün Tahran bu olayı öğrenir ve sokak kavgaları haftalardır devam ettiği halde, oyunun artık sona ermiş olduğunu herkes anlar. Mısır'da da buna benzer bir şey mi oluyor şimdi? Birkaç gün boyunca, oyun bitmiş gibi görünüyordu ve Mübarek zaten hikayedeki kedi gibiydi. Fakat son birkaç günde olup bitenler devrimi kapıp kaçırmak için yapılan iyi planlanmış bir operasyon gibi görünüyor. Bu operasyon da nefes kesici bir edepsizliğe sahip: yeni başkan yardımcısı seçilen Ömer Süleyman zaten kitlesel işkencelerden şahsen sorumlu olan gizli polisin eski şefiydi – demokrasiye geçişi sağlayacak olan yönetimin “insan yüzü” bu mu yani? Mısır'da sürüp giden bu uzun sabır mücadelesi bir vizyon çatışması değil, özgürlük iradesini ezmek için olası her yolu – terör, yiyecek kıtlığı, basit yorgunluk, maaş yükseltme şeklinde rüşvet – kullanarak iktidara tutunan bir kör ile bir özgürlük vizyonu arasında yaşanan bir çatışma.
Başkan Obama ayaklanmayı hükümetin kabul etmesi gereken, yasal bir görüş ifadesi olarak selamladığında, tam bir şaşkınlık yaşandı: Kahire ve İskenderiye'deki kalabalıklar taleplerinin hükümet tarafından tanınmasını istemiyorlar, bizzat hükümetin yasallığını reddediyorlar. Mübarek yönetimiyle diyaloga girmek istemiyorlar, Mübarek'in gitmesini istiyorlar. Sadece onların görüşlerini dinleyecek yeni bir hükümet istemiyorlar, bütün devleti yeniden şekillendirmek istiyorlar. Bir görüşleri yok, Mısır'da aslolan onlar. Mübarek bunu Obama'dan çok daha iyi anlıyor: burada uzlaşmaya yer yok, 1980'lerin sonunda Komünist rejimlerde de yoktu. Ya Mübarek'in bütün iktidar yapısı devrilir, ya da ayaklanma saptırılmış ve ihanet edilmiş olur.
Peki ya eğer Mübarek düştükten sonra gelen yeni hükümetin İsrail'e karşı düşman olacağı korkusu? Eğer yeni hükümet gururla özgürlüğünün tadını çıkartan bir halkın ifadesi olacaksa, o zaman korkacak bir şey yok: anti-Semitizm sadece umutsuzluk ve baskı koşullarında büyüyebilir. Süregiden isyan bu yüzden anti-Semitizmi güçsüzleştirmek için eşsiz bir fırsat sağlıyor – eğer İsrail kendi halklarının nefret ettiği Arap tiranlara güvenmekten vazgeçerse. Mısır'ın bir bölgesinden gelen bir CNN haberi hükümetin orada protestocuların ve yabancı gazetecilerin Yahudiler tarafından, Mısır'ı güçsüzleştirmek üzere gönderildiğine dair söylentiler yaydığını gösterdi – Mübarek'in Yahudi dostluğu da buraya kadarmış...
Bu durumun en acımasız ironilerinden biri de Batının geçişin “hukuki” bir şekilde yürütülmesi için kaygılanması – sanki Mısır’da şimdiye de hukuk yönetimi varmış gibi! Uzun yıllardır Mısır’ın Mübarek yönetiminin dayattığı bir sürekli olağanüstü hal içinde olduğunu hemen unuttuk mu? Hukuk yönetimi Mübarek’in askıda tuttuğu bir yönetimdi, bütün ülkeyi politik hareketsizlik halinde tutmuş, gerçek politik yaşamı boğmuştu, bu yüzden Kahire sokaklarındaki birçok insanın kendilerini hayatlarında ilk kez yaşadığını hissettiğini söylemesi çok anlamlı. Bu “yaşadığını hissetme” duygusunun ufuktaki müzakerelerin sinik Realpolitik’inin içinde boğulmaması çok önemli.
Çevirmenin Notu: Zizek’ten, Mübarek yönetimden çekildiği sırada, 11 Şubat 2011 günü alınan metin, Guardian, 10 Şubat versiyonundan, ve dolayısıyla bu kaynaktan yapılan Kumru Başer çevirisinden, ilk iki paragrafı ve göstericilerin piyasa özgürlüğü istemedikleri vurgusuyla farklı. Metin başlıksız olduğu için, başlığı ben koydum.
Çeviren: Sabri Gürses
Çeviribilim'in katkılarıyla
Hüseyin Güneş
23 Şubat 2011 Çarşamba
3 Şubat 2011 Perşembe
Arapların devrimci ruhundan korkulmasının sebebi ne?
Demokrasiyi destekleyen ikiyüzlü Batılı liberaller, şimdi insanlar din yerine laik özgürlük ve adalet için ayaklandığında endişelere boğuluyor.
SLAVOJ ZIZEK
Tunus ve Mısır’daki isyanlarda Müslüman köktenciliğin bariz yokluğu gözümüzden kaçacak gibi değil. İnsanlar en hasından laik demokratik gelenek minvalinde baskıcı bir rejime, yolsuzluklarına ve yoksulluğa karşı ayaklandı, özgürlük ve ekonomik umut talep etti. Batılı liberallerin, Arap ülkelerinde gerçek demokratik duyarlılığın dar bir liberal seçkinler çevresiyle sınırlı olduğu, büyük çoğunluğun da olsa olsa kökten dincilik veya milliyetçilik üzerinden seferber edilebileceği yönündeki küçümseyici söyleminin yanlışlığı kanıtlandı. Esas büyük soruysa, bundan sonra ne olacağı. Bu süreçten siyasi zaferle çıkacak olan kim?
Tunus’ta yeni bir geçici hükümet atandığında, İslamcıları ve daha radikal olan solu dışarıda bıraktı. Burnundan kıl aldırmayan liberallerin reaksiyonu şuydu: İyi, temelde ikisi de aynı; iki totaliter uç – peki mesele bu kadar basit mi gerçekten? Asıl uzun süreli düşmanlık, tam da İslamcılarla sol arasında değil mi? Rejime karşı geçici olarak birleşmiş olsalar da, bir kez zafere ulaştıklarında, bölünüyorlar, ölümcül bir kavgaya tutuşuyorlar ve bu kavga genelde ortak düşmana karşı olandan daha acımasız biçimde oluyor.
İran ve Pakistan örnekleri
İran’daki son seçimlerden sonra tam da böyle bir kavgaya tanık olmadık mı? Reformcu lider Mir Hüseyin Musavi’nin yüz binlerce taraftarının uğruna ayağa kalktığı şey, Humeyni devriminin devamını sağlayan popüler rüyaydı: Özgürlük ve adalet. Bu rüya ütopyada kalsa bile, siyasi ve toplumsal yaratıcılığın, örgütsel deneyimlerin ve öğrencilerle sıradan insanlar arasındaki tartışmaların nefes kesici bir infilakına yol açmıştı. Toplumsal dönüşüm için eşi benzeri görülmemiş güçlerin dizginlerini boşaltan bu gerçek açılım, her şeyin mümkün göründüğü o an, sonradan siyasi kontrolün İslamcı kadroların eline geçmesiyle adım adım bastırıldı.
Köktendinci hareketlerin örneğinde bile, sosyal bileşenleri gözden kaçırmamaya dikkat etmek gerekiyor. Taliban, sürekli olarak hükmünü terörle dayatan köktenci bir İsklamcı grup olarak sunuluyor. Ancak 2009 ilkbaharında Pakistan’daki Svat Vadisi’ni ele geçirdiklerinde New York Times, ‘küçük bir zengin toprak ağaları grubuyla onların topraksız ırgatları arasındaki derin çatlakları kullanan bir sınıf ayaklanması’ çıkardıklarını yazıyordu. Taliban topraksız köylülerin ıstırabından ‘faydalanarak’, New York Times’ın deyişiyle, ‘büyük ölçüde feodal olmayı sürdüren Pakistan’a yönelik risklere dair alarm zilleri’ çaldırıyorsa, Pakistan ve ABD’deki liberal demokratları bu ıstıraptan benzer biçimde ‘faydalanmak’ ve topraksızlara yardım etmeye çalışmaktan alıkoyan nedir? Pakistan’daki feodal güçler, liberal demokrasinin doğal müttefiki mi yani?
Ya değişim ya kopuş
Çıkarılacak kaçınılmaz sonuç şudur: Radikal İslamcılığın yükselişi daima, Müslüman ülkelerde laik solun silinmesinin diğer yüzüydü. Afganistan İslami köktenciliğin şahikası olan bir ülke olarak tasvir ediliyor; peki bu ülkenin 40 yıl önce güçlü bir laik geleneği olduğunu, sözgelimi Sovyetler Birliği’nden bağımsız şekilde iktidarı alan bir komünist partisinin varlığını kim hâlâ hatırlıyor?
Ve Tunus ve Mısır’da (ve Yemen, hatta belki umulur ki, Suudi Arabistan’da) süregiden olayları, bu arkaplan üzerinden okumak hayati önem taşıyor. Durum, nihayetinde eski rejimin ayakta kalacağı şekilde istikrara kavuşur ve sadece bazı yapay liberal dokunuşlar yapılırsa, bu başa çıkılması mümkün olmayan bir köktendinci tepki üretecektir. Kilit önemdeki liberal mirasın ayakta kalması içinse, liberallerin radikal solun kardeşçe yardımına ihtiyacı var. Mısır’a geri dönelim. CNN’in haberine bakarsak, en utanç verici ve tehlikeli biçimde gelen oportünist tepki, Britanya’nın önceki başbakanı Tony Blair’e aitti: “Değişim gerekli, fakat bu istikrarlı bir değişim olmalı” buyurmuş. Bugün Mısır’da istikrarlı değişim, olsa olsa iktidar güruhunun sayısını biraz daha genişletmek yoluyla, Mübarek güçleriyle uzlaşmak anlamına gelebilir. İşte bu sebeple şu an barışçı geçişten dem vurmak ayıptır; Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, muhalefeti ezerek bunu bizzat imkânsızlaştırdı. Mübarek göstericilerin üzerine orduyu gönderdikten sonra, tercih açık hale geldi: Ya bir şeylerin her şeyin aynı kalması için değiştiği yapay bir değişim ya da gerçek bir kopuş.
Mübarek Lahey’e gitsin Yani zurnanın zırt dediği yer burası: On yıl önce Cezayir’de olduğu gibi, kimse gerçekten özgür seçimlere izin vermenin iktidarı Müslüman köktencilere sunmak olduğunu iddia edemez. Bir başka liberal endişe, Mübarek’in gitmesi halinde iktidarı üstlenecek hiçbir örgütlü siyasi güç olmadığı yönünde. Elbette yok; Mübarek bütün muhalefeti marjinal süslere indirgeyip, sonucu Agatha Christie’nin meşhur romanının ismine (‘Ve Sonra Hiçbir Şey Olmadı’) çevirerek icabına baktı. Mübarek lehine olan argümansa (ya o ya kaos), aleyhine bir argümandır.
Batılı liberallerin ikiyüzlülüğü, insanı soluksuz bırakacak raddede: Demokrasiyi açıkça desteklediler ve şimdi insanlar din adına değil, laik özgürlük ve adalet adına tiranlara karşı ayaklandığında, hepsi derin endişelere boğuluyor. Niye endişe, niye özgürlüğe bir şans verip sevinç duymak değil? Bugün Çin’in eski lideri Mao Zedong’un eski vecizesi hiç olmadığı kadar manidar: “Cennette büyük kaos var – vaziyet şahane.”
Peki o zaman Mübarek nereye gitsin? Bu noktada da cevap gayet açık: Lahey’e. Orada oturmayı hak eden bir lider varsa, işte o Mübarek’tir. (Guardian / 1 Şubat 2011)
SLAVOJ ZIZEK
Tunus ve Mısır’daki isyanlarda Müslüman köktenciliğin bariz yokluğu gözümüzden kaçacak gibi değil. İnsanlar en hasından laik demokratik gelenek minvalinde baskıcı bir rejime, yolsuzluklarına ve yoksulluğa karşı ayaklandı, özgürlük ve ekonomik umut talep etti. Batılı liberallerin, Arap ülkelerinde gerçek demokratik duyarlılığın dar bir liberal seçkinler çevresiyle sınırlı olduğu, büyük çoğunluğun da olsa olsa kökten dincilik veya milliyetçilik üzerinden seferber edilebileceği yönündeki küçümseyici söyleminin yanlışlığı kanıtlandı. Esas büyük soruysa, bundan sonra ne olacağı. Bu süreçten siyasi zaferle çıkacak olan kim?
Tunus’ta yeni bir geçici hükümet atandığında, İslamcıları ve daha radikal olan solu dışarıda bıraktı. Burnundan kıl aldırmayan liberallerin reaksiyonu şuydu: İyi, temelde ikisi de aynı; iki totaliter uç – peki mesele bu kadar basit mi gerçekten? Asıl uzun süreli düşmanlık, tam da İslamcılarla sol arasında değil mi? Rejime karşı geçici olarak birleşmiş olsalar da, bir kez zafere ulaştıklarında, bölünüyorlar, ölümcül bir kavgaya tutuşuyorlar ve bu kavga genelde ortak düşmana karşı olandan daha acımasız biçimde oluyor.
İran ve Pakistan örnekleri
İran’daki son seçimlerden sonra tam da böyle bir kavgaya tanık olmadık mı? Reformcu lider Mir Hüseyin Musavi’nin yüz binlerce taraftarının uğruna ayağa kalktığı şey, Humeyni devriminin devamını sağlayan popüler rüyaydı: Özgürlük ve adalet. Bu rüya ütopyada kalsa bile, siyasi ve toplumsal yaratıcılığın, örgütsel deneyimlerin ve öğrencilerle sıradan insanlar arasındaki tartışmaların nefes kesici bir infilakına yol açmıştı. Toplumsal dönüşüm için eşi benzeri görülmemiş güçlerin dizginlerini boşaltan bu gerçek açılım, her şeyin mümkün göründüğü o an, sonradan siyasi kontrolün İslamcı kadroların eline geçmesiyle adım adım bastırıldı.
Köktendinci hareketlerin örneğinde bile, sosyal bileşenleri gözden kaçırmamaya dikkat etmek gerekiyor. Taliban, sürekli olarak hükmünü terörle dayatan köktenci bir İsklamcı grup olarak sunuluyor. Ancak 2009 ilkbaharında Pakistan’daki Svat Vadisi’ni ele geçirdiklerinde New York Times, ‘küçük bir zengin toprak ağaları grubuyla onların topraksız ırgatları arasındaki derin çatlakları kullanan bir sınıf ayaklanması’ çıkardıklarını yazıyordu. Taliban topraksız köylülerin ıstırabından ‘faydalanarak’, New York Times’ın deyişiyle, ‘büyük ölçüde feodal olmayı sürdüren Pakistan’a yönelik risklere dair alarm zilleri’ çaldırıyorsa, Pakistan ve ABD’deki liberal demokratları bu ıstıraptan benzer biçimde ‘faydalanmak’ ve topraksızlara yardım etmeye çalışmaktan alıkoyan nedir? Pakistan’daki feodal güçler, liberal demokrasinin doğal müttefiki mi yani?
Ya değişim ya kopuş
Çıkarılacak kaçınılmaz sonuç şudur: Radikal İslamcılığın yükselişi daima, Müslüman ülkelerde laik solun silinmesinin diğer yüzüydü. Afganistan İslami köktenciliğin şahikası olan bir ülke olarak tasvir ediliyor; peki bu ülkenin 40 yıl önce güçlü bir laik geleneği olduğunu, sözgelimi Sovyetler Birliği’nden bağımsız şekilde iktidarı alan bir komünist partisinin varlığını kim hâlâ hatırlıyor?
Ve Tunus ve Mısır’da (ve Yemen, hatta belki umulur ki, Suudi Arabistan’da) süregiden olayları, bu arkaplan üzerinden okumak hayati önem taşıyor. Durum, nihayetinde eski rejimin ayakta kalacağı şekilde istikrara kavuşur ve sadece bazı yapay liberal dokunuşlar yapılırsa, bu başa çıkılması mümkün olmayan bir köktendinci tepki üretecektir. Kilit önemdeki liberal mirasın ayakta kalması içinse, liberallerin radikal solun kardeşçe yardımına ihtiyacı var. Mısır’a geri dönelim. CNN’in haberine bakarsak, en utanç verici ve tehlikeli biçimde gelen oportünist tepki, Britanya’nın önceki başbakanı Tony Blair’e aitti: “Değişim gerekli, fakat bu istikrarlı bir değişim olmalı” buyurmuş. Bugün Mısır’da istikrarlı değişim, olsa olsa iktidar güruhunun sayısını biraz daha genişletmek yoluyla, Mübarek güçleriyle uzlaşmak anlamına gelebilir. İşte bu sebeple şu an barışçı geçişten dem vurmak ayıptır; Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, muhalefeti ezerek bunu bizzat imkânsızlaştırdı. Mübarek göstericilerin üzerine orduyu gönderdikten sonra, tercih açık hale geldi: Ya bir şeylerin her şeyin aynı kalması için değiştiği yapay bir değişim ya da gerçek bir kopuş.
Mübarek Lahey’e gitsin Yani zurnanın zırt dediği yer burası: On yıl önce Cezayir’de olduğu gibi, kimse gerçekten özgür seçimlere izin vermenin iktidarı Müslüman köktencilere sunmak olduğunu iddia edemez. Bir başka liberal endişe, Mübarek’in gitmesi halinde iktidarı üstlenecek hiçbir örgütlü siyasi güç olmadığı yönünde. Elbette yok; Mübarek bütün muhalefeti marjinal süslere indirgeyip, sonucu Agatha Christie’nin meşhur romanının ismine (‘Ve Sonra Hiçbir Şey Olmadı’) çevirerek icabına baktı. Mübarek lehine olan argümansa (ya o ya kaos), aleyhine bir argümandır.
Batılı liberallerin ikiyüzlülüğü, insanı soluksuz bırakacak raddede: Demokrasiyi açıkça desteklediler ve şimdi insanlar din adına değil, laik özgürlük ve adalet adına tiranlara karşı ayaklandığında, hepsi derin endişelere boğuluyor. Niye endişe, niye özgürlüğe bir şans verip sevinç duymak değil? Bugün Çin’in eski lideri Mao Zedong’un eski vecizesi hiç olmadığı kadar manidar: “Cennette büyük kaos var – vaziyet şahane.”
Peki o zaman Mübarek nereye gitsin? Bu noktada da cevap gayet açık: Lahey’e. Orada oturmayı hak eden bir lider varsa, işte o Mübarek’tir. (Guardian / 1 Şubat 2011)
03.02.2011 tarihli Radikal Gazetesi'nin yorum sayfasından alıntılanmıştır.
21 Ekim 2010 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)