3 Şubat 2011 Perşembe

Arapların devrimci ruhundan korkulmasının sebebi ne?

Demokrasiyi destekleyen ikiyüzlü Batılı liberaller, şimdi insanlar din yerine laik özgürlük ve adalet için ayaklandığında endişelere boğuluyor.

SLAVOJ ZIZEK

Tunus ve Mısır’daki isyanlarda Müslüman köktenciliğin bariz yokluğu gözümüzden kaçacak gibi değil. İnsanlar en hasından laik demokratik gelenek minvalinde baskıcı bir rejime, yolsuzluklarına ve yoksulluğa karşı ayaklandı, özgürlük ve ekonomik umut talep etti. Batılı liberallerin, Arap ülkelerinde gerçek demokratik duyarlılığın dar bir liberal seçkinler çevresiyle sınırlı olduğu, büyük çoğunluğun da olsa olsa kökten dincilik veya milliyetçilik üzerinden seferber edilebileceği yönündeki küçümseyici söyleminin yanlışlığı kanıtlandı. Esas büyük soruysa, bundan sonra ne olacağı. Bu süreçten siyasi zaferle çıkacak olan kim?

Tunus’ta yeni bir geçici hükümet atandığında, İslamcıları ve daha radikal olan solu dışarıda bıraktı. Burnundan kıl aldırmayan liberallerin reaksiyonu şuydu: İyi, temelde ikisi de aynı; iki totaliter uç – peki mesele bu kadar basit mi gerçekten? Asıl uzun süreli düşmanlık, tam da İslamcılarla sol arasında değil mi? Rejime karşı geçici olarak birleşmiş olsalar da, bir kez zafere ulaştıklarında, bölünüyorlar, ölümcül bir kavgaya tutuşuyorlar ve bu kavga genelde ortak düşmana karşı olandan daha acımasız biçimde oluyor.

İran ve Pakistan örnekleri

İran’daki son seçimlerden sonra tam da böyle bir kavgaya tanık olmadık mı? Reformcu lider Mir Hüseyin Musavi’nin yüz binlerce taraftarının uğruna ayağa kalktığı şey, Humeyni devriminin devamını sağlayan popüler rüyaydı: Özgürlük ve adalet. Bu rüya ütopyada kalsa bile, siyasi ve toplumsal yaratıcılığın, örgütsel deneyimlerin ve öğrencilerle sıradan insanlar arasındaki tartışmaların nefes kesici bir infilakına yol açmıştı. Toplumsal dönüşüm için eşi benzeri görülmemiş güçlerin dizginlerini boşaltan bu gerçek açılım, her şeyin mümkün göründüğü o an, sonradan siyasi kontrolün İslamcı kadroların eline geçmesiyle adım adım bastırıldı.

Köktendinci hareketlerin örneğinde bile, sosyal bileşenleri gözden kaçırmamaya dikkat etmek gerekiyor. Taliban, sürekli olarak hükmünü terörle dayatan köktenci bir İsklamcı grup olarak sunuluyor. Ancak 2009 ilkbaharında Pakistan’daki Svat Vadisi’ni ele geçirdiklerinde New York Times, ‘küçük bir zengin toprak ağaları grubuyla onların topraksız ırgatları arasındaki derin çatlakları kullanan bir sınıf ayaklanması’ çıkardıklarını yazıyordu. Taliban topraksız köylülerin ıstırabından ‘faydalanarak’, New York Times’ın deyişiyle, ‘büyük ölçüde feodal olmayı sürdüren Pakistan’a yönelik risklere dair alarm zilleri’ çaldırıyorsa, Pakistan ve ABD’deki liberal demokratları bu ıstıraptan benzer biçimde ‘faydalanmak’ ve topraksızlara yardım etmeye çalışmaktan alıkoyan nedir? Pakistan’daki feodal güçler, liberal demokrasinin doğal müttefiki mi yani?

Ya değişim ya kopuş

Çıkarılacak kaçınılmaz sonuç şudur: Radikal İslamcılığın yükselişi daima, Müslüman ülkelerde laik solun silinmesinin diğer yüzüydü. Afganistan İslami köktenciliğin şahikası olan bir ülke olarak tasvir ediliyor; peki bu ülkenin 40 yıl önce güçlü bir laik geleneği olduğunu, sözgelimi Sovyetler Birliği’nden bağımsız şekilde iktidarı alan bir komünist partisinin varlığını kim hâlâ hatırlıyor?

Ve Tunus ve Mısır’da (ve Yemen, hatta belki umulur ki, Suudi Arabistan’da) süregiden olayları, bu arkaplan üzerinden okumak hayati önem taşıyor. Durum, nihayetinde eski rejimin ayakta kalacağı şekilde istikrara kavuşur ve sadece bazı yapay liberal dokunuşlar yapılırsa, bu başa çıkılması mümkün olmayan bir köktendinci tepki üretecektir. Kilit önemdeki liberal mirasın ayakta kalması içinse, liberallerin radikal solun kardeşçe yardımına ihtiyacı var. Mısır’a geri dönelim. CNN’in haberine bakarsak, en utanç verici ve tehlikeli biçimde gelen oportünist tepki, Britanya’nın önceki başbakanı Tony Blair’e aitti: “Değişim gerekli, fakat bu istikrarlı bir değişim olmalı” buyurmuş. Bugün Mısır’da istikrarlı değişim, olsa olsa iktidar güruhunun sayısını biraz daha genişletmek yoluyla, Mübarek güçleriyle uzlaşmak anlamına gelebilir. İşte bu sebeple şu an barışçı geçişten dem vurmak ayıptır; Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, muhalefeti ezerek bunu bizzat imkânsızlaştırdı. Mübarek göstericilerin üzerine orduyu gönderdikten sonra, tercih açık hale geldi: Ya bir şeylerin her şeyin aynı kalması için değiştiği yapay bir değişim ya da gerçek bir kopuş.

Mübarek Lahey’e gitsin Yani zurnanın zırt dediği yer burası: On yıl önce Cezayir’de olduğu gibi, kimse gerçekten özgür seçimlere izin vermenin iktidarı Müslüman köktencilere sunmak olduğunu iddia edemez. Bir başka liberal endişe, Mübarek’in gitmesi halinde iktidarı üstlenecek hiçbir örgütlü siyasi güç olmadığı yönünde. Elbette yok; Mübarek bütün muhalefeti marjinal süslere indirgeyip, sonucu Agatha Christie’nin meşhur romanının ismine (‘Ve Sonra Hiçbir Şey Olmadı’) çevirerek icabına baktı. Mübarek lehine olan argümansa (ya o ya kaos), aleyhine bir argümandır.

Batılı liberallerin ikiyüzlülüğü, insanı soluksuz bırakacak raddede: Demokrasiyi açıkça desteklediler ve şimdi insanlar din adına değil, laik özgürlük ve adalet adına tiranlara karşı ayaklandığında, hepsi derin endişelere boğuluyor. Niye endişe, niye özgürlüğe bir şans verip sevinç duymak değil? Bugün Çin’in eski lideri Mao Zedong’un eski vecizesi hiç olmadığı kadar manidar: “Cennette büyük kaos var – vaziyet şahane.”

Peki o zaman Mübarek nereye gitsin? Bu noktada da cevap gayet açık: Lahey’e. Orada oturmayı hak eden bir lider varsa, işte o Mübarek’tir. (Guardian / 1 Şubat 2011) 

03.02.2011 tarihli Radikal Gazetesi'nin yorum sayfasından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder